13 Aralık 2014 Cumartesi

BAY DALDRY'NİN TUHAF İSTANBUL YOLCULUĞU-MARC LEVY




Marc Levy hastası olduğum bir gerçektir. Üniversite kütüphanesinde Dostlarım ve Aşklarım isimli kitabıyla tanıştım öncelikle. Bu yüzden belki en iyi kitabı olmasa da ilk göz ağrım olduğundan yeri çok başkadır bende. Daha sonra diğer kitaplarını da okudum. En iyi kitabı olarak Gelecek Sefere'yi önerebilirim. En çarpıcı kitabı Özgürlük İçin adlı kitabıdır. Seri olarak çıkan İlk Gün ve İlk Gece'den İlk Gece'yi yarım bıraksam da diğer bütün kitapları müthiş bir keyif bırakmıştır bende.

Bu yüzden geçen sene en son kitabı çıkınca hemen edindim ama okumak bu günlere kısmetmiş. Klasik sakin, Fransız havası yine üstüne çökmüştü bu kitabın da. Bay Daldry İlk Gün'deki Walters karakteriyle birebir benzeşiyordu. Walters karakteri günümüzde yaşayan bir karakterdi ama Daldry 1950'lerde yaşayan bir karakter ve o zamana daha çok uymuş gibi geldi bana karakter zamanını bulmuş kısacası. Marc Levy'nin kendisinin de aynı karaktere sahip olabileceği düşüncesini sevimli buluyorum :)

Önce her zamanki gibi genel olarak konuyu açıklayacağım. 

Lakabı burun olan Alice bir koku uzmanı. Hatta kendi yarattığı bir parfümü de var ancak ilham açısından son zamanlarda sıkıntıda.( Alice değişik kokular peşinde. Mesela insanlara çocukluklarını ya da çeşitli anılarını hatırlatacak kokular... Ben de koku hastasıyımdır ama öyle parfüm gibi kimyasal kokular değil. Bana mutlu anılarımı hatırlatan kokular. Sizde de yok mudur ? Alice kitap ve kahve kokusunu karıştırarak bir oda kokusu tasarlasa hangimiz almazdık ? :) Ben özellikle Ankara'da bir mayıs akşamında esen tatlı rüzgarın kokusuyla hanımelinin mis karışımını isterdim. O da benim mutlu olduğum anlarımın kokusu.)

Devam edersek Alice arkadaşlarıyla eğlencesine gittiği bir falcıda hayatının aşkını bulacağını ama bunun için İstanbul'da bir yolculuğa çıkması gerektiğini öğreniyor. Birbirlerinden pek haz etmeyen Alice ve komşusu Bay Daldry arasında tuhaf bir dostluk kuruluyor ve bu seyahate birlikte çıkıyorlar. İşte ondan sonrası şahane bir 1950--1960 İstanbulu. Ataları İzmirli olan Marc Levy'den Türkiye'yle ilgili bir roman bekliyordum ancak İstanbul'u bu kadar güzel anlatmasını ve bu kadar değerli hissettirmesini beklemiyordum. 


Kısacası sizi de fena bir İstanbul yolculuğu bekliyor bu kitapta haberiniz olsun. Şimdi gelelim kitapla ilgili birkaç küçük detaya. Can yayınları'ndan çıkan bu kitabın çevirisini Can Belge'nin yapmış olması güzel bir tesadüf olmuş. Marc Levy Can Yayınları'nı ödüllendirmek ister gibi Alice ve Daldry ile arkadaş olan İstanbul rehberinin adını da Can koymuş :)


Kitap mükemmel ilerlerken nahoş bir durumla karşılaşmadım da değil. Ah o son sayfalar bana nasıl işkence oldu. Ermeni Soykırımı'nın olduğundan bahseden Marc Levy bu konuya bayağı ağır yaklaşmış. Katliamın sözde iğrenç ayrıntılarıyla Türkleri canavar Ermenileri melek göstermiş. Resmen ters köşe etti beni güzel güzel okurken. Gene de kıyamıyorum bu yazara. Kitabı beğenmedim diyemiyorum.
  

Artık yorum yaptığım kitaplardan her zaman bir alıntı yapmaya özen göstereceğim. Bu kitaptan en beğendiğim kısımı sizinle paylaşıyorum.






Bugün cihangir'in dar sokaklarında kış soğuğunda çıplak ayak dolaşan çocuklarla karşılaştım. Yağmurun dövdüğü Boğaziçi kıyılarında suratlarına hüznün oturduğu sokak satıcılarını, işporta mallarını satmak isteyen kadınların vapurların yanaştığı iskelelerde İstanbullulara dil döktüğünü gördüm. İster inan ister inanma bu hüznün ortasında müthiş bir şefkat, bana tümüyle yabancı olan bu yerlere bir bağlılık, eski kiliselerin can çekiştiği meydanlardan geçerken yolumu şaşırtan bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Üstüne basıla basıla basamakları aşınmış dik merdivenlerden çıktım. Cihangir sırtlarında evlerin çoğunun cepheleri yıkık dökük. Etraftaki kedilerin bile hüzünlü bir hali var ve bu hüzün beni ele geçiriyor. Neden bu şehir ben de böylesi bir melankoliye sebep oldu? Sokağa çıkar çıkmaz beni ele geçirdiğini hissediyorum.Akşam olana kadar da terk etmiyor ama sana yazdıklarımı dikkate alma kahvehaneler ve küçük lokantalarla hayat dolu şehir çok güzel ne tozu ne de kiri ihtişamına gölge düşüremez. Burada insanlar o kadar misafirperver kadar içten ki ben kabul ediyorum, biraz salakça bir şekilde artık geriye pek bir şey kalmamış bu mirasın nostaljisinden etkilendim. Bu öğleden sonra Galata Kulesi'nin etrafında dolanırken demir bir parmaklığın arkasında bir mahallenin ortasında sıkışıp kalmış küçük bir mezarlık gördüm. Taşları yerinden oynamış mezarlara bakıyordum ki neden bilmem bu toprağa ait olduğum hissine kapıldım. Burada geçirdiğim her saat taşkın bir aşk büyütüyor içimde.