marc levy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
marc levy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2015 Cuma

ARDINDA BIRAKTIĞIN KADIN-JOJO MOYES

 
 Bu yılın dördüncü kitabı aynı zamanda benim için kış okuma şenliğinde tarihi kurgu kategorisinde okuduğum kitap.

  Jojo Moyes'in okuduğum üçüncü kitabı. Senden önce ben etkileyiciliğine ulaşmış bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

     Bu kitabın öncesi olarak gösterilen minik kitap Paris'te Balayı 'nı okuduktan sonra elimi Ardında Bıraktığın Kadın'a atmakta zorladım. Paris'te Balayı ince olduğundan mı bilmiyorum çok yavan ve yeni evli çiftlerin el kitabı tarzında geldi bana. Çabuk bitirmeme rağmen pek beğenmemiştim. İyi ki cesaret edip kapağını açmışım bu kitabın.



    Öncelikle söylemeliyim ki balayı kitabını okumanıza hiç gerek yok. Karakterler aynı olsa da birinci kitaptan tamamen bağımsız daha derin bir konu işleniyor ikinci kitapta.

    Yine kadın Amerikalı yazarlarımızın en sevdiği dram konusu Nazilere karşı yaşam mücadelesi olmasa da yine Almanların Fransa'yı işgal ettiği bir dönem anlatılıyor.
  
    Bu tarz kitapları okumayı sevdiğim için kendimi ayıplamalımıyım bilmiyorum ama kış bahçesi, özgürlük için gibi kitaplar hem uzak durduğum hem de elime alınca bırakamadığım tarzlar arasında.

    Kitapta iki kadın karakterin ayrı ayrı yaşam mücadelesi anlatılıyor. Biri geçmişte biri günümüzde yaşayan bu kadınların bir ortak özelliği var. O da bir tablo. Ve bu tablo etrafında iki kadının tek başına ayakta kalabilme savaşı...

    Yazarın geçmiş zaman karakteri aynı zamanda tablodaki kadın olan Sophie 'yi anlattığı kısımlar çok daha çarpıcıydı. Açıkçası 'işte bu roman çok güzel gidiyor' dediğim anda pat diye durdu ve günümüz karakteri Liv'e geçti. Belki aralıklı olarak iki karakteri işleseydi böyle hayal kırıklığına uğramazdım ama Sophie'ye o kadar alışmış ve o kadar sevmiştim ki Liv  bana biraz yavan,yavaş ve mızmız geldi. Yani Sophie 'nin yaşadığı onca ağır şeyden sonra Liv'in başına gelenleri fazlasıyla büyüttüğünü düşündüm. Daha sonra sırf Sophie'nin akıbeti için okudum kitabı diyebilirim.

    Final ise istenen etkileyicilikte istenen çarpıcılıktaydı. Aslında Sarah Jio'nun Gündüzsefası'nın finalinde yapmaya çalışmış olduğu şeyi Jojo Moyes fazlasıyla başarmış diyebilirim.

 


Kitap Açıklaması 

Ardında bıraktığın kadını hatırlıyor musun?
Paris’te Balayı devam ediyor…
Genç ve güzel Sophie, savaşa giden ressam kocası Édouard’ın yokluğunda ailesini ne pahasına olursa olsun korumaya kararlıdır. Ancak işlettikleri otel bir Alman komutan ile askerlerine hizmet vermek zorunda bırakıldığında huzurlu evleri, korku ve gerilimin yuvası haline gelir. Ve tehlikeli Alman komutan, Sophie’nin büyüleyici tablosuna tutkuyla bakmaya başladığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılır…
Neredeyse bir yüz yıl sonra Sophie’nin göz alıcı tablosu Liv Halston’ın evinde asılı durmaktadır. Ölen kocasının hediyesi olan bu tablo, Liv için tüm anılarını gömdüğü bir hazine gibidir. Ancak şans eseri tablonun karanlık geçmişi gün yüzüne çıktığında Liv’in hayatı bir kez daha alt üst olmanın eşiğine gelir…
Ardında Bıraktığın Kadın… Ne pahasına olursa olsun sevdikleri için mücadele etmekten asla vazgeçmeyenlerin öyküsü…
“Tatlı acı romanların ustası Jojo Moyes büyük aşk hikâyelerini en karanlık noktalarıyla ele alırken okuyucusuna alışılmış mutlu sonlardan çok daha fazlasını sunuyor.” Entertainment Weekly
“Lezzetli bir olay örgüsü, capcanlı bir hayal gücüyle yaratılan karakterler ve karşı konulmaz aşklar…” USA Today
“Ardında Bıraktığın Kadın yüreğinize büyük bir darbe gibi inecek, baştan çıkarıcı bir roman.” The Washington Post
“Kararlı ve yürekli âşıkların romanı… Son sayfayı çevirine kadar dünyadan koptuğunuzu fark etmeyeceksiniz.” Los Angeles Times
“Hataları, cesaretleri ve tutkularıyla Moyes’in karakterleri sizi bambaşka bir dünyaya davet ediyor.” Library Journal
“Yüz yıllık bir tablonun etrafında canlanan iki ölümsüz aşk hikâyesi… Bu romanı okumak sıradışı bir deneyim olacak.” Booklist
   



YENİ BİR UYGULAMA :)

BUNU SEVEN BUNLARI DA SEVER:





13 Aralık 2014 Cumartesi

BAY DALDRY'NİN TUHAF İSTANBUL YOLCULUĞU-MARC LEVY




Marc Levy hastası olduğum bir gerçektir. Üniversite kütüphanesinde Dostlarım ve Aşklarım isimli kitabıyla tanıştım öncelikle. Bu yüzden belki en iyi kitabı olmasa da ilk göz ağrım olduğundan yeri çok başkadır bende. Daha sonra diğer kitaplarını da okudum. En iyi kitabı olarak Gelecek Sefere'yi önerebilirim. En çarpıcı kitabı Özgürlük İçin adlı kitabıdır. Seri olarak çıkan İlk Gün ve İlk Gece'den İlk Gece'yi yarım bıraksam da diğer bütün kitapları müthiş bir keyif bırakmıştır bende.

Bu yüzden geçen sene en son kitabı çıkınca hemen edindim ama okumak bu günlere kısmetmiş. Klasik sakin, Fransız havası yine üstüne çökmüştü bu kitabın da. Bay Daldry İlk Gün'deki Walters karakteriyle birebir benzeşiyordu. Walters karakteri günümüzde yaşayan bir karakterdi ama Daldry 1950'lerde yaşayan bir karakter ve o zamana daha çok uymuş gibi geldi bana karakter zamanını bulmuş kısacası. Marc Levy'nin kendisinin de aynı karaktere sahip olabileceği düşüncesini sevimli buluyorum :)

Önce her zamanki gibi genel olarak konuyu açıklayacağım. 

Lakabı burun olan Alice bir koku uzmanı. Hatta kendi yarattığı bir parfümü de var ancak ilham açısından son zamanlarda sıkıntıda.( Alice değişik kokular peşinde. Mesela insanlara çocukluklarını ya da çeşitli anılarını hatırlatacak kokular... Ben de koku hastasıyımdır ama öyle parfüm gibi kimyasal kokular değil. Bana mutlu anılarımı hatırlatan kokular. Sizde de yok mudur ? Alice kitap ve kahve kokusunu karıştırarak bir oda kokusu tasarlasa hangimiz almazdık ? :) Ben özellikle Ankara'da bir mayıs akşamında esen tatlı rüzgarın kokusuyla hanımelinin mis karışımını isterdim. O da benim mutlu olduğum anlarımın kokusu.)

Devam edersek Alice arkadaşlarıyla eğlencesine gittiği bir falcıda hayatının aşkını bulacağını ama bunun için İstanbul'da bir yolculuğa çıkması gerektiğini öğreniyor. Birbirlerinden pek haz etmeyen Alice ve komşusu Bay Daldry arasında tuhaf bir dostluk kuruluyor ve bu seyahate birlikte çıkıyorlar. İşte ondan sonrası şahane bir 1950--1960 İstanbulu. Ataları İzmirli olan Marc Levy'den Türkiye'yle ilgili bir roman bekliyordum ancak İstanbul'u bu kadar güzel anlatmasını ve bu kadar değerli hissettirmesini beklemiyordum. 


Kısacası sizi de fena bir İstanbul yolculuğu bekliyor bu kitapta haberiniz olsun. Şimdi gelelim kitapla ilgili birkaç küçük detaya. Can yayınları'ndan çıkan bu kitabın çevirisini Can Belge'nin yapmış olması güzel bir tesadüf olmuş. Marc Levy Can Yayınları'nı ödüllendirmek ister gibi Alice ve Daldry ile arkadaş olan İstanbul rehberinin adını da Can koymuş :)


Kitap mükemmel ilerlerken nahoş bir durumla karşılaşmadım da değil. Ah o son sayfalar bana nasıl işkence oldu. Ermeni Soykırımı'nın olduğundan bahseden Marc Levy bu konuya bayağı ağır yaklaşmış. Katliamın sözde iğrenç ayrıntılarıyla Türkleri canavar Ermenileri melek göstermiş. Resmen ters köşe etti beni güzel güzel okurken. Gene de kıyamıyorum bu yazara. Kitabı beğenmedim diyemiyorum.
  

Artık yorum yaptığım kitaplardan her zaman bir alıntı yapmaya özen göstereceğim. Bu kitaptan en beğendiğim kısımı sizinle paylaşıyorum.






Bugün cihangir'in dar sokaklarında kış soğuğunda çıplak ayak dolaşan çocuklarla karşılaştım. Yağmurun dövdüğü Boğaziçi kıyılarında suratlarına hüznün oturduğu sokak satıcılarını, işporta mallarını satmak isteyen kadınların vapurların yanaştığı iskelelerde İstanbullulara dil döktüğünü gördüm. İster inan ister inanma bu hüznün ortasında müthiş bir şefkat, bana tümüyle yabancı olan bu yerlere bir bağlılık, eski kiliselerin can çekiştiği meydanlardan geçerken yolumu şaşırtan bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Üstüne basıla basıla basamakları aşınmış dik merdivenlerden çıktım. Cihangir sırtlarında evlerin çoğunun cepheleri yıkık dökük. Etraftaki kedilerin bile hüzünlü bir hali var ve bu hüzün beni ele geçiriyor. Neden bu şehir ben de böylesi bir melankoliye sebep oldu? Sokağa çıkar çıkmaz beni ele geçirdiğini hissediyorum.Akşam olana kadar da terk etmiyor ama sana yazdıklarımı dikkate alma kahvehaneler ve küçük lokantalarla hayat dolu şehir çok güzel ne tozu ne de kiri ihtişamına gölge düşüremez. Burada insanlar o kadar misafirperver kadar içten ki ben kabul ediyorum, biraz salakça bir şekilde artık geriye pek bir şey kalmamış bu mirasın nostaljisinden etkilendim. Bu öğleden sonra Galata Kulesi'nin etrafında dolanırken demir bir parmaklığın arkasında bir mahallenin ortasında sıkışıp kalmış küçük bir mezarlık gördüm. Taşları yerinden oynamış mezarlara bakıyordum ki neden bilmem bu toprağa ait olduğum hissine kapıldım. Burada geçirdiğim her saat taşkın bir aşk büyütüyor içimde.